Hayatımın her alanında
istikrarsız bir tablo çizen ben; blog alanında da istikrarsız bir düzen içinde
ilerlerken bu günlerde hayatımda istikrarlı olan tek şeyin diyet olduğunu fark
ettim. Diyet derken sağlıklı yaşam ve sairleri… İnsan sağlıklı yaşamın içine
dalınca, çayıydı-yağıydı-ekmeğiydi-sebzesiydi-glikozuydu-şurubuydu-bokuydu-püsürüydü
derken bir süre sonra gerçek dünyayla bağını kopartıyor gerçekten. Çünkü
sağlıklı beslenme diyip internette bir şeyler okuduğunuz zaman gerçek hayatla
bağlantısını tamamıyla yitirmiş insanların olduğunu fark ediyorsunuz. Misal ben
şöyle bir şey okudum geçenlerde:
“Eğer hayvan merada %100 yeşillikle besleniyorsa, asla başka yabancı
gıda almıyorsa, o tereyağı dünyanın en iyi yağıdır.
Ama marketten satın aldığınız tereyağı ahırda beslenen, pancar küspesi, mısır
silajı veya başka tahıllarla beslenen hayvanların yağıdır.”
Bunun üzerine bir kıllandım. Yani
“Ben kendim bile ne idüğü belirsiz onca şeyle beslenirken bir de ineği mi
düşünücem?” dedim. “Allah’ım ben neler yiyorum?!” Oldum. “Getirin o ineği
bana!” diye veryansın ettim. Zaten çayla aram da oldum olası yoktur, bir
sevemedim şu örl gıreyi, ıhlamuru, ıvırı zıvırı… Ve arkadaş tavsiyesi dark
sumatra kahvemi de demledim yanımda içerken kendi kendime mırıldandım “Yemek
kadar güzel şey var mıdır?”
Yemek masası sohbetlerini çok
seven ben, filmlerde de bu sohbetleri çok severim. Çünkü insanlar bir araya
gelmiştir genelde ve sıcak bir ortam vardır. Bunlarla ilgili bir yazı yazıyım
dedim ben de. Aklıma gelenleri ama seri olarak özellikle yemek takıntılı
olanları yazayım dedim.
************
Ferzan Özpeteğin filmlerini çok
severim. Böyle pek bir sade pek bir kendimizdir. Battaniye gibi adamdır Ferzan,
izle uyudur benim için. Filmlerinin çoğunda bir yemek sahnesi bulunur. Böyle
büyükçene bir masa, etrafına insanlar konumlarını almış, içecek olarak tercihen
kırmızı şarap, artist olarak bir adet Serra Yılmaz falan vardır. Ben izlerken
acıkıyorum bilmiyorum, yani ya bir makarna yapasım geliyor böyle soya soslu
tavuk olabilir ne biliyim, düdüklüde taze fasülye yapasım geliyor yanına da
Akdeniz salata ohh öyle bir şey. Ki yapmam etmem yemek bilmem öyle şeyler. Bir
bakıyorum Tefal ne ürünler çıkarmış, aa çin tavamız yok alsam mı diyorum. Ama Ferzan
bil ki diyetteyken izlenemiyorsun. Ya da sen izlenirken diyet yapılmıyor!
Bu yemek olayında Woody Allen
izlerken de ayrı bir derbeder oluyorum. Ama onunkiler daha bir soğuk, daha bir
bohem. Böyle bizden değil havası var buram buram. Abuk sabuk sohbetler var
mesela “cumhuriyetçi olmanın nesi yanlış, dünyaya düzen getiriyorlar” tarzı
diyaloglar falan geçiyor içinde. Yani “off anne yaa hiç işe gidesim yok”
lafının “işe gitmek için belirli zaman dilimlerinin olmadığı, statükocu olmayan
bir yapıda yarının pazartesi olmasını isterdim” şeklinde söylenmesi gibi. Tam
olmasa da o tını vardır işte izleyenler bilir.
Yani bizim yemekler o şekilde geçmez ama film içinde olunca daha bir
başka oluyor. Film tabi löpür löpür yemek yiyecek halleri yok hele filmi çeken
Woody Allen’sa.
Godfather filmlerinde de yemek
sahneleri bulunur. Sonuçta aileyi anlatan bir film ve biliriz ki aile genel
olarak yemekte toplanır. Ama bir “Ferzan filmi yemek sahnesi” tabiî ki de
değildir bu yemek sahneleri. Şahsen ben o masada otursam gıkım çıkmaz,
tabağımdakilerin hepsini de bitiririm, zaten tabağıma ne konmuşsa onu yerim,
fazlasını da istemem. Yana, sağa, sola bakmam. “anne yeaaa” diye başlayan
cümleler kurmam ki dahi babanın “b”sini ağzıma almam. Tırsarım. Zaten herhangi
bir baba filminde figüran da olmak istemem. Spagetti için olabilir mi? Belki…
değişebilir.
Tüm bu filmlerin içinde
Hannibal’ı ayrı tutmak lazım. Orada etleri çiğ yiyorlar :/ Ben çiğ et sevmem
mümkünse baya pişmiş olsun.
İntihar eğilimli, psikopat manyak polis rolüyle ününe ün katan Mel Gibson'un Danny Glover'la başrolünü paylaştığı Cehennem Silahı film serilerinde de bol bol tanık oluruz bu yemek sahnelerine. Hatta Roger Murtaugh (Glover), karısının ölümüyle derbeder olmuş Martin Riggs'i (Gibson) bence bu yemek muhabbetleriyle hayata bağlayabilmiştir. Hatta bir bölümünde "benim adim roger - simdi keyfim gicir - vursan sirtim acir -beni burdan kacir" dizeleriyle rap yapan Roger -artık nasıl bir ruh haliyle çevrildiyse-, Martin'in "Allah'ım bunu da duydum ya gönül rahatlığıyla sana geliyorum" nidalarıyla Allah aşkına kavuşmasını sağlamış olabilir. Sonrasında gayet sakin zaten. Köpek maması falan yiyor.
Aslında konunun bizzat yemek
olduğu bir sürü film var ama daha çok yemek ortamında aile-toplanma-beraberlik
temalı olarak aklıma bunlar geldi. Ama ana konunun yemek yapımı olduğu film
denince de ne olursa olsun aklıma Ratatouille geliyor.
Remy bir başına, etnik
hayvanlığından ötürü yemek sektöründen dışlanmış ve hep dışlanacak olan minicik
fare, bari bir mutfağa el atayım hayrına düşüncesiyle sakar bir oğlanın
şapkasına gizlenip, kafasındaki saçları bir bir yolmak suretiyle elemana yemek
yaptırabilmek için debelenip duruyor film boyunca. “Mutfakta ayrımcılığa son!”,
“Restoranlarda hayvanlara özgürlük!” temalı diyebileceğimiz bu filmde her ne
kadar fareciğimizi pek sevsek de o mutfağın fıyıl fıyıl fare kaynadığı sahnenin
pek iştah açıcı olmadığını belirtmek gerek. Bense filmde Anton Ego’ya öldüm
öldüm bittim. Yemek analizi yapamayacak kadar tat yoksunu olan ben, içimde
bulunan gurmelik aşkını kendisinde buldum. Öyle bir gurme ki bizim Vedat Milör
gibi şapur şupur değil sadece damak tadına uygun yemekleri –o da bir iki lokma
falan- yiyerek beslenen, huysuz, gıcık, bildiğin ukala, entelektüel tam olarak
“bir gurme nasıl olmalıdır?” sorusuna verebileceğim insan modeli cevap! Sonunda
o da annemizin yaptığı gibi bir yemek yiyerek kendi mutlu sonuna ulaşıyor.
Yemekli film yazıma burada son
noktayı koyarken, bir dahaki yazımın temasını “açken nasıl mutlu olunur”
tekniğine adayacağım.
Katkı şekersiz, bol yeşillikli,
bitki çaylı günler sizlerle olsun efendim. Yoğun kahve içeren kupamı “yemek”in
şerefine kaldırıyorum.
Ps: Bu Ratatouille
denilen şeyin tarifini sizlerle paylaşayım dedim.
Belki yaparsınız falan belli olmaz, o kadar bahsettik.
2 patlıcan
(küp küp doğranmış) 4 kabak (küp küp doğranmış) 1/2 su bardağı + 2 yemek kaşığı
zeytinyağı 2 yemek kaşığı taze kekik (doğranmış) Tuz Karabiber 10 adet domates
2 dolmalık biber (kırmızı ve sarı) 4 diş sarımsak (doğranmış)2 soğan (piyazlık,
yarım ay şeklinde doğranmış) Yarım su bardağı taze fesleğen (doğranmış) Yarım
su bardağı maydanoz (doğranmış)
Fırını 200
C'ye getirin. Patlıcanı, kabağı, 1/2 su bardağı zeytinyağını, 1 yemek kaşığı
taze kekiği, 1 tatlı kaşığı tuzu ve 1/2 tatlı kaşığı karabiberi karıştırın.
Karışımı fırın tepsisine yayıp ısınmış fırında közleyin. (30-60 dk)
Domateslerin kabuklarını soyun, çekirdeklerini çıkarıp her birini 4-6 eşit
parçaya bölün. Biberleri ocakta közleyin, soyup çizgi şeklinde doğrayın.
Patlıcan ve kabaklar közlenince 2 yemek kaşığı zeytinyağını geniş ve derin bir
tavada ısıtın. Sarımsak ve soğanları ekleyip 4 dk kavurun. Domates ve biberleri
ekleyip 7 dk daha kavurun. Patlıcan, kabak, 1/4 su bardağı fesleğen, kekik, tuz
ve karabiberi ilave edin. Ateşi kısıp yarım saat pişirin.işte böylelikle hazır
oluyormuş, biri yapsa da yesek :/