27.02.2012

Oscar ve Gözyaşı


 

“And the oscar goes toooooooo” 

Şak şak şak –alkışlar- ahh çok teşekkürler, teşekkürler –hıçkırıklar arasında- bu ödülü –öhöm öhöm- bu ödülü… Ya onu bunu bırak da bu arada kırmızı halıda güzel görünücem, dik durucam derken nasıl belim koptu, nasıl belim koptu anlatamam… Makyajım iyi mi?!”

  



Şu anda istikrar içinde yaptığım şeylerden biri de –diğeri sağlıklı beslenmeydi- saç bakımı ve saçının uzamasını sabırla beklemek olan ben, tüm kariyer planlarımı askıya almış ve sefil bir halde hayatımda ilerlerken, kimse gitmez diye “hadi bu hafta sonu operaya gidelim kültürümüze kültür katalım” düşüncesiyle sevgili bir arkadaşımı haince kandırıp, opera görevlisine sorduğum “bu operaya bilet almak istiyorum” soruma “hanımefendi ona bilet kalmadı ki, çıktığı gün biletler tükeniyor” cevabını alıp hüsrana uğradıktan sonra kararımı vermiştim. Evde oturup kahve felan içecektim… 

Ya bi de kültürsüzüz eğitimsiziz olur ya muhabbetlerde. Bu ne biçim iş ben anlamadım? Neymiş efendim üye olmak gerekiyormuş siteye oradan takip edecekmişim, gününde alcakmışım, bekliycekmişim falan filan.

Allah’ım entelektüel olmak neden bu kadar zor ve ızdıraplı? 

Bu kadar çaba harcayacağımdan mütevellit kendimi daha az çaba harcayacağım uğraşlara yönlendirdim. Evde oturup, sosyal olarak aktif gözükmenin en iyi yolu olarak olabildiğince film izleyecektim. Ancak nereye kadar... Ya nasıl da motive olmuştum, resmen içime oturdu.


****************************


Bu aralar Oscar ödülü pek can sıkıcı. Geçen yıl Natalie Portman bile ağlamadı mesela. Hani biraz sesi titredi falan belki ama kesinlikle beklediğim performans bu değildi. Hatta Sandra Bullock bile aldı. Zaten o zamandan beri de izlemiyorum bu ödül törenini. Yahu kadın çıktı sanki her sene Cannes’dan falan ödüller topluyormuş, her sene ayrı bir adaylık alıyormuş gibi bir de espirili bir konuşma hazırlamıştı densiz. Sonunda da yalandan sesini titretiyor falan hepten bitti gözümde. Yani Sandra Bullock bile ödül aldıysa “C’mon meeeeenn” 

Bu sene (2012 academy awards) Meryl Streep kazandı. Zaten hep o Oscar hep ona gidiyor, artık hazırda olan konuşmasını revize felan ediyordur. Of ne kadar sıkıcı! 

Ben açıkçası böyle bir Halle Berry performansı bekliyorum her Oscar alandan. O nasıl bir şaşırma, nasıl bir mutluluktur, nasıl ağlamaktır salya sümük, nasıl çığlıklar atmadır! İşte ödülü hak eden o! İşte aldığı o ödülün değerini bilecek olan o! Gitsin istediği kadar James Bond’da oynasın, daha da kar amaçlı atıyorum Mission Impossible’da oynasın benim gözümde Oscarlık aktrist o! 

Kıyafetler de ne paçozdu bu sene, hiçbirini beğenmedim. Bayıcı olmuş iyice benim gözümde daha da bitti Oscar!

Bunun dışında tek pişmanlığım Hugh Jackman’ın Oscar performansını birebir değil de, ordan burdan parça parça izlemekti. Sen nasıl bir şeysin öyle Hugh? Sana da buradan pozitif bir “c’mon meeeen” yolluyorum; bir şeyde de iyi olma be adam! Born to be an artist.



P.S.: Benim eskilerden, yenilerden bir aktrist olarak idolüm Vivien Leigh'tir. Bayılırım bu kadının her bişeyine. Kendisi Scarlett O'Hara rolüyle oscarı kapmıştır. Ancak en iyi rol yapma ödülünü alırken bile rol yapması biraz garip. Şu konuşmaya bakın yani, bir izleyin. Kadın belki gerçekten çok asil de ondan bilemiyorum. 
Her neyse biraz da eskilerden olsun dedim. İyi seyirler...




23.02.2012

Süper Kahramanlar ve Mutasyonun Gerekliliği


               Yıllardır kendimde farklı bir şeylerin olduğu inancıyla yaşıyorum. Ne kadar garip di mi? Benimle birlikte dünya nüfusunun 1 milyarı da bu düşünceye sahip falan...
          Müzikle uğraşmam babamın bana 9 yaşında aldığı org ile "Üsküdar'a giderken"-"Nasıl geçti habersiz" şarkılarını çalmamla başlayıp, 22 yaşında elime kemanı alıp eve getirdiğimde annem ve babamın bu işe "Bizans Kahkahası" ile tepki göstermesiyle sona erdi.
        Bu ilgimin ancak "entelektüel bilgiçlik taslama" seviyesinde kalacağını anlamamla beraber kendimi işime verdim. Gayet standart olan yaptığım işte fena olmayan bir yere gelebildiğimi varsaysam da ben de herkes gibi biriydim artık bunu kabullenmiştim ve her insan gibi benim de normal olduğumun ortaya çıktığı anlarda tek şeyi bekliyordum: "Radyoaktif Örümcek".



   Ben süper kahramanlar içinde en çok Örümcek Adamı severim. Nedeni basit. Sıradan ezik bir insanken, kahraman oluyor. Hem de bir ısırıkla! Bir deterjan damlasıyla temizlenen ocak gibi… Ondan sonra güçsüzken güç kazandığı için arada bocalıyor. Bir havalara giriyor, hepimizin ki gibi o da yaşam gayesi, bu gücüyle para kazanmak istiyor. Çok sevdiği amcasının ölümünde çaresiz kalışı onun içinde yara olarak kalıyor ve o ünlü tema söz –sağolsun Sam Raimi’nin son filminde batırdığı- “büyük güç büyük sorumluluk getirir…” Hey heyy… Sevimliler sevimlisi May Hala, bence hafif meşrep Felicia, güzeller güzeli Mary Jane. Burdan Daily Bugle sahibi John Jonah Jameson’a da selam ederim. Gözün doysun be adam, çoluğunu, çocuğunu, eşsini, dostunu bu adam sayesinde zengin ettin; hala gözün doymadı. Ne nefretmiş, ne kompleksmiş sendeki! Sonuç olarak gözümü açıp ilk tanıdığım olmasa bile, tutkuları, düşünce yapısı, ilişkileri hep biz biz olan bu kahramanın yeri bende apayrıdır. Ben mutasyon nedir biliyorsam hepsini Peter Parker’a borçluyum. Ordan oraya uçan, gökdelen tepelerinde kendini harap eden, örümcek adam, halkın kahramanı, halk adamı “Spidey”.


   Oysa bir Batman öyle değil. Adam doğuştan zengin, malikanede falan yaşıyor. Yani gökdelen tepelerinde oradan buraya telef olmuyor. Çok klas. Mantıken olmak istesem Spiderman'dense bir Batman olmayı isterim. Bir kere Batmobilin falan var. Hatta geçtim Batmani ben olsam Bruce Wayne-Bruce Wayne takılırdım ortalarda. Hayır yani gerek yok kahramanlığa. Adam safi zengin de değil, bir  de başarılı bir iş adamı. Diğer çoğu kahramanın aksine gündelik hayatında da kalburüstü zaten… Sizi bilmem ama bence çok züppe bir adam Bruce. Değilse bile öyle. Tekrar diyeceğim ki bu adamın yerinde olsam hiç kahramanlığa bulaşmam. Sanmıyorum ki o da çocukluğunda trajik olaylar yaşamasaydı böyle bir amaç uğruna tüm hayatını ve Alfred'i de peşinden sürüklerdi. Böyle damlarda, pencerelerde maymun olurdu. Ama her şey kader kısmet… Yazılanın dışına çıkılmıyor, Bob Kane (yaratıcısı) böyle düşünmüş demek ki.     

         Superman'in dünyasıysa tamamen farklı. Yani o bir kere her konuda bizden üstün olduğundan adamda otomatikman bir ermişlik söz konusu. Her şeyi bitirmiş adam içinde. Yani güç gösterisine kalkışmıyor, bir ikilemde kalmıyor. Olduğu gibi, böyle saf iyi. Hani hangi deterjanla yıkarsan yıka o kadar beyaz olmayan gömlek gibi bir şey süperman. O nedenle onunla bir empati kuramıyoruz. Yalandan da kriptonit diye bir şey bulmuşlar, onunla güçsüzleşiyor falan ama hikaye. Adam zaman içinde geriye gidiyor yahu var mı ötesi! 

       Bu arada Clark Kent'in tüm gün gazetede çalışıp, hiç kimse tarafından tanınmamasının nedeni Daily Planet'teki herkesin gerizekalı veya balık hafızalı olması değil; Süperman'in süper hipotizma özelliğidir. Bu gücünü gözlüklerini kullanarak yapar ki böylece herkes onu sakar, aptal falan sanır. Don-tayt mevsuzuna geçmeden Süperman konusunu burda noktalıyorum. Zira kendisi trenden bile daha hızlı ve kıyafetlerin içini görebilen röntgenci bir arkadaşımız.

Çoklu kahraman dizileriyse bana hep tek kahraman dizilerinden bir nebze daha az çekici gelmiştir. Çünkü bir kere ortam bozuluyor. Tek sen olmuyorsun. Yaşadığın dünya düzeni de değişiyor hikayede. Artık basit kötü adamlara karşı değil de daha çok mutant-mutanta bir savaş söz konusu oluyor, bu da bana göre değil sanki. Yani hani eziktin sonradan güçlerine kavuşmuştun? Ya da hani çok zengindin bir travma atlattın ve mevcut düzeni değiştirmek için kahramanca bir yola girdin? Veyahut apayrı bir gezegenden geldin, ortama uymak için bocaladın? İşte benim ilgimi çeken bu durumlardan hiçbiri yok! Bir kere yalnız değilsin, etrafın arkadaş dolu, savaştığın kişiler senin gibiler. E ya biz noolcaz? Biz basit insanlar? Havanız kime onu diyorum?!

Bu X-men, filmi sayesinde çok popüler oldu. Yoksa bence tırıvırıydı –aaa koskoca iks adamlara ne dedim- Zaten o Wolverine nasıl öyle öne çıktı resmen bir film sektörü Hugh Jackman’la algımızı yıkadı. Eskiden X adamlar vardı, şimdi herkesin aklında “hee x “man”, wolverin’i diyosun sen bıçaklı felan” oldu. Oysa ki ben o mavi adamı bilirdim (Hank McCoy – Beast), ilk aklıma gelen adam o olurdu hep X-men diyince. Öyle mutlu oluyordum. Hatta Spider/X-men karşılaşılan bölümlerde bu mavi adam hep ortamı düzeltirdi, “hele durun bi sakin olun” derdi. Bak orda bile şimdi şimdi aklıma geliyor o güzel ortamı bozan hep bu Wolverine olurdu zaten. Bir havalar, bir ukalalık… Hepsini yedi bitirdi. 


Çoklu kahramanlı dizilerin iyi tarafı, kadın kahramanların daha da kullanır olması olabilir. Bir Storm olsun (Fantastic Four), bir Jean Grey olsun (X-men) bu dizilerde var olmuşlardır. Onun dışında Wonder Woman ise sanki kız tarafının ilgisini çekmektense, erkek tarafını daha da okumaya teşvik etmek için yaratılmış gibidir. O ne zevksizlik, o ne dekolte kıyafetler öyle allasen?  İşte kadının yanında örnek alabileceği kimse yok ki bi baksın “aa Storm bugün ne giymiş bi’ bakıyım” desin. Erkek egemen dünyada moda olsa olsa böyle olur zaten. Böğrü açık, kaslı hatun, aman ne güzel. Bir de evlenmiş çocukları olmuş bunların Süperman’le. Ay bi zahmet gitsinler Kripton’da yaşasınlar diyceğim ama o gezegen de patladı, başımıza kaldı bunlar ailecek!






    ****************


Sonuçta mutasyonun getirdiği bir fayda yok! Ne örümcek adamın savaşacağı kötü adam bitti, ne Gotham’dan bir şey oldu. Eğer mutasyon geçiriyorsan kendine hayrın var bu bir gerçek. Toplumsal olarak sayılarını arttıralım deyince de ayrılıp bu sefer birbirleriyle kapışıyorlar, 3. Tür geyiği dönüyor, Magneto’ların bini bir para oluyor… O nedenle mutasyonun gerekliliği dedik ama her şey kendimiz için. Ben bir radyoaktif örümcek gelsin beni bulsun, kozmik ışınlara maruz kalayım falan istiyorsam hep kendim için mesela. Atıyorum trafik mi oldu koşmaya başla, ağlarını ordan orya savur… Sonra büyük güç büyük sorumluluk ister! Sorumlu sorumlu nereye kadar, ekmeğini yemeyeceksem ne anlamı var ki? İşte bu nedenden bulmuyor bu örümcek beni, bu toplum bilincine varamamış aç gözlülüğüm yüzünden ısırmıyor. Hain örümcek!

 


Not: Aslında kendi zamanımda izlediğim örümcek adam müziği daha farklı olmasına rağmen bunu buldum ve çok güldüm. Spidey hadi bakalım. İyi dinlemeler…

16.02.2012

Filmlerdeki Yemek Sahneleri

 
Hayatımın her alanında istikrarsız bir tablo çizen ben; blog alanında da istikrarsız bir düzen içinde ilerlerken bu günlerde hayatımda istikrarlı olan tek şeyin diyet olduğunu fark ettim. Diyet derken sağlıklı yaşam ve sairleri… İnsan sağlıklı yaşamın içine dalınca, çayıydı-yağıydı-ekmeğiydi-sebzesiydi-glikozuydu-şurubuydu-bokuydu-püsürüydü derken bir süre sonra gerçek dünyayla bağını kopartıyor gerçekten. Çünkü sağlıklı beslenme diyip internette bir şeyler okuduğunuz zaman gerçek hayatla bağlantısını tamamıyla yitirmiş insanların olduğunu fark ediyorsunuz. Misal ben şöyle bir şey okudum geçenlerde:

Eğer hayvan merada %100 yeşillikle besleniyorsa, asla başka yabancı gıda almıyorsa, o tereyağı dünyanın en iyi yağıdır. Ama marketten satın aldığınız tereyağı ahırda beslenen, pancar küspesi, mısır silajı veya başka tahıllarla beslenen hayvanların yağıdır.”

Bunun üzerine bir kıllandım. Yani “Ben kendim bile ne idüğü belirsiz onca şeyle beslenirken bir de ineği mi düşünücem?” dedim. “Allah’ım ben neler yiyorum?!” Oldum. “Getirin o ineği bana!” diye veryansın ettim. Zaten çayla aram da oldum olası yoktur, bir sevemedim şu örl gıreyi, ıhlamuru, ıvırı zıvırı… Ve arkadaş tavsiyesi dark sumatra kahvemi de demledim yanımda içerken kendi kendime mırıldandım “Yemek kadar güzel şey var mıdır?” 

Yemek masası sohbetlerini çok seven ben, filmlerde de bu sohbetleri çok severim. Çünkü insanlar bir araya gelmiştir genelde ve sıcak bir ortam vardır. Bunlarla ilgili bir yazı yazıyım dedim ben de. Aklıma gelenleri ama seri olarak özellikle yemek takıntılı olanları yazayım dedim.


 ************



Ferzan Özpeteğin filmlerini çok severim. Böyle pek bir sade pek bir kendimizdir. Battaniye gibi adamdır Ferzan, izle uyudur benim için. Filmlerinin çoğunda bir yemek sahnesi bulunur. Böyle büyükçene bir masa, etrafına insanlar konumlarını almış, içecek olarak tercihen kırmızı şarap, artist olarak bir adet Serra Yılmaz falan vardır. Ben izlerken acıkıyorum bilmiyorum, yani ya bir makarna yapasım geliyor böyle soya soslu tavuk olabilir ne biliyim, düdüklüde taze fasülye yapasım geliyor yanına da Akdeniz salata ohh öyle bir şey. Ki yapmam etmem yemek bilmem öyle şeyler. Bir bakıyorum Tefal ne ürünler çıkarmış, aa çin tavamız yok alsam mı diyorum. Ama Ferzan bil ki diyetteyken izlenemiyorsun. Ya da sen izlenirken diyet yapılmıyor!

Bu yemek olayında Woody Allen izlerken de ayrı bir derbeder oluyorum. Ama onunkiler daha bir soğuk, daha bir bohem. Böyle bizden değil havası var buram buram. Abuk sabuk sohbetler var mesela “cumhuriyetçi olmanın nesi yanlış, dünyaya düzen getiriyorlar” tarzı diyaloglar falan geçiyor içinde. Yani “off anne yaa hiç işe gidesim yok” lafının “işe gitmek için belirli zaman dilimlerinin olmadığı, statükocu olmayan bir yapıda yarının pazartesi olmasını isterdim” şeklinde söylenmesi gibi. Tam olmasa da o tını vardır işte izleyenler bilir.  Yani bizim yemekler o şekilde geçmez ama film içinde olunca daha bir başka oluyor. Film tabi löpür löpür yemek yiyecek halleri yok hele filmi çeken Woody Allen’sa. 

Godfather filmlerinde de yemek sahneleri bulunur. Sonuçta aileyi anlatan bir film ve biliriz ki aile genel olarak yemekte toplanır. Ama bir “Ferzan filmi yemek sahnesi” tabiî ki de değildir bu yemek sahneleri. Şahsen ben o masada otursam gıkım çıkmaz, tabağımdakilerin hepsini de bitiririm, zaten tabağıma ne konmuşsa onu yerim, fazlasını da istemem. Yana, sağa, sola bakmam. “anne yeaaa” diye başlayan cümleler kurmam ki dahi babanın “b”sini ağzıma almam. Tırsarım. Zaten herhangi bir baba filminde figüran da olmak istemem. Spagetti için olabilir mi? Belki… değişebilir. 

Tüm bu filmlerin içinde Hannibal’ı ayrı tutmak lazım. Orada etleri çiğ yiyorlar :/ Ben çiğ et sevmem mümkünse baya pişmiş olsun.

İntihar eğilimli, psikopat manyak polis rolüyle ününe ün katan Mel Gibson'un Danny Glover'la başrolünü paylaştığı Cehennem Silahı film serilerinde de bol bol tanık oluruz bu yemek sahnelerine. Hatta Roger Murtaugh (Glover), karısının ölümüyle derbeder olmuş Martin Riggs'i (Gibson) bence bu yemek muhabbetleriyle hayata bağlayabilmiştir. Hatta bir bölümünde "benim adim roger - simdi keyfim gicir - vursan sirtim acir -beni burdan kacir" dizeleriyle rap yapan Roger -artık nasıl bir ruh haliyle çevrildiyse-, Martin'in "Allah'ım bunu da duydum ya gönül rahatlığıyla sana geliyorum" nidalarıyla Allah aşkına kavuşmasını sağlamış olabilir. Sonrasında gayet sakin zaten. Köpek maması falan yiyor. 

Aslında konunun bizzat yemek olduğu bir sürü film var ama daha çok yemek ortamında aile-toplanma-beraberlik temalı olarak aklıma bunlar geldi. Ama ana konunun yemek yapımı olduğu film denince de ne olursa olsun aklıma Ratatouille geliyor. 


Remy bir başına, etnik hayvanlığından ötürü yemek sektöründen dışlanmış ve hep dışlanacak olan minicik fare, bari bir mutfağa el atayım hayrına düşüncesiyle sakar bir oğlanın şapkasına gizlenip, kafasındaki saçları bir bir yolmak suretiyle elemana yemek yaptırabilmek için debelenip duruyor film boyunca. “Mutfakta ayrımcılığa son!”, “Restoranlarda hayvanlara özgürlük!” temalı diyebileceğimiz bu filmde her ne kadar fareciğimizi pek sevsek de o mutfağın fıyıl fıyıl fare kaynadığı sahnenin pek iştah açıcı olmadığını belirtmek gerek. Bense filmde Anton Ego’ya öldüm öldüm bittim. Yemek analizi yapamayacak kadar tat yoksunu olan ben, içimde bulunan gurmelik aşkını kendisinde buldum. Öyle bir gurme ki bizim Vedat Milör gibi şapur şupur değil sadece damak tadına uygun yemekleri –o da bir iki lokma falan- yiyerek beslenen, huysuz, gıcık, bildiğin ukala, entelektüel tam olarak “bir gurme nasıl olmalıdır?” sorusuna verebileceğim insan modeli cevap! Sonunda o da annemizin yaptığı gibi bir yemek yiyerek kendi mutlu sonuna ulaşıyor.

Yemekli film yazıma burada son noktayı koyarken, bir dahaki yazımın temasını “açken nasıl mutlu olunur” tekniğine adayacağım.
Katkı şekersiz, bol yeşillikli, bitki çaylı günler sizlerle olsun efendim. Yoğun kahve içeren kupamı “yemek”in şerefine kaldırıyorum.

Ps: Bu Ratatouille denilen şeyin tarifini sizlerle paylaşayım dedim. Belki yaparsınız falan belli olmaz, o kadar bahsettik.
2 patlıcan (küp küp doğranmış) 4 kabak (küp küp doğranmış) 1/2 su bardağı + 2 yemek kaşığı zeytinyağı 2 yemek kaşığı taze kekik (doğranmış) Tuz Karabiber 10 adet domates 2 dolmalık biber (kırmızı ve sarı) 4 diş sarımsak (doğranmış)2 soğan (piyazlık, yarım ay şeklinde doğranmış) Yarım su bardağı taze fesleğen (doğranmış) Yarım su bardağı maydanoz (doğranmış)
Fırını 200 C'ye getirin. Patlıcanı, kabağı, 1/2 su bardağı zeytinyağını, 1 yemek kaşığı taze kekiği, 1 tatlı kaşığı tuzu ve 1/2 tatlı kaşığı karabiberi karıştırın. Karışımı fırın tepsisine yayıp ısınmış fırında közleyin. (30-60 dk) Domateslerin kabuklarını soyun, çekirdeklerini çıkarıp her birini 4-6 eşit parçaya bölün. Biberleri ocakta közleyin, soyup çizgi şeklinde doğrayın. Patlıcan ve kabaklar közlenince 2 yemek kaşığı zeytinyağını geniş ve derin bir tavada ısıtın. Sarımsak ve soğanları ekleyip 4 dk kavurun. Domates ve biberleri ekleyip 7 dk daha kavurun. Patlıcan, kabak, 1/4 su bardağı fesleğen, kekik, tuz ve karabiberi ilave edin. Ateşi kısıp yarım saat pişirin.işte böylelikle hazır oluyormuş, biri yapsa da yesek :/

8.02.2012

Acıklı Kadın Şarkıları

Yaygın şarkı anlayışı “geçti, bitti, unuttum, bensiz bir hiçsin, başkasını sevemeyeceksin, dizlerinin üstüne çökecek köpek gibi yalvaracaksın” tarzı şeyler. Ya da bir şekilde kaderin oyunu sonucu bu şarkılar tutuyor bilemiyorum. Ama mevcut durum, arz ve talebin kesiştiği nokta, piyasa dengesi bu: “Serdar Ortaç”.
Kendimse daha çok zavallı, bedbaht, köşesine çekilmiş, aşkından derbeder olmuş şarkıları tercih ediyorum hep. Ben kalkıp da birine “benden sonra sevemeyeceksin” deme cesaretini kendimde bulmam, bulamam. Hayır yani sevebilir, olur mu öyle şey? Kim kimi unutamamış, kim kimi beklemiş? Ama ben bu bekleyiş esnasında içime gömülmeyi, melankolik melankolik takılmayı daha uygun buluyorum.

Mesela yas tutmanın 5 evresi şok, inkar, öfke, pazarlık, depresyon bende şu şekilde:

1) Şok, 2) ekstra şok ve kabulleniş 3) kabulleniş, melankolikleşme ve depresyon 4) depresyon ve isyan 5) isyan ve inkar. Yani pek yolunda gitmiyor…

Neyse ki tüm dünya “bambaşka biri, i will survive” mantığında değil de, arabeski ayrı tutarak, psikolojime uygun şarkılar bulabiliyorum.

Psikoloji demişken böyle nasıl diyeyim herhangi bir acı yaşarken yüreğiniz sıkışır, böyle bir tuhaf, böyle bir rezalet hissedersiniz ya kendinizi; işte tam bu şekilde kendimi ifade edebildiğim şarkılar buldum. Bunalımı birkaç level yükseltecek şekilde. Ben buldum da bulamayanlar için de paylaşayım dedim. Komple bir albüm olsa çok kasar diye de az şarkıyla yetindim.


Björk (So Broken)
Björk burda kendini parçalıyor farkındaysanız. Bjork genel olarak şarkı söylerken kendini paralar zaten. Ama burada kendisinin absürd bir taklidini yapmış gibi daha da bir paralıyor. Aslında ben bu şarkıyı enteresan, yeni bir bakış açısı, sanatsal özelliklerinden dolayı değil bas baya beğendiğim için dinliyorum. Çünkü acı çeken bir kadın var ortada ve öyle acı çekiyor ki bu şarkıya olağanca yansıyor. Bu benim için yeterli. Sonlara doğru daha da güzel oluyor hele o şarkının bitişindeki -spoiler veriyim- “dippala daddi didi babara dam dam daammmm” kısmı; “kalbim kırıldı ve delirdim evet” şeklinde şarkıyı özetliyor.


Rebekah Del Rio (Llorando)
Rebekah Del Rio’nun bundan başka şarkısını bilmem etmem. Bunu da zaten kapasitesinin %20 sini anladığım Mulholland Drive’da duyduğumda hemen bağrıma basmıştım. Zaten filmin de en etkileyici sahnesi buydu, diğer sahnelerini de pek hatırlamıyorum. Hele en sonundaki auauauau şeklinde bağrışmaları taklit etmeye çalışmak çok zevkli.


Maria Callas (La Mamma Morta)
Bu şarkı üstteki iki şarkıya nazaran biraz daha kodaman kalıyor itiraf etmek gerek. Hani bir liste yapılsa bu şarkıların arasına Maria Callas konmaz bence ama ne yapalım, bu şarkıda içli şarkılar arasına koymakta bir beis görmedim. Bu şarkıyı da büsbütün philadelphia filminde dinlemek mümkün. Zaten bu eseri bilenlerin çoğu da, ben de dahil olmak üzere, bu filmde öğrenmiştir sanıyorum. O Oscar heykelciğini ilk kucaklayışın biraz da bu filmin “La Mamma Morta” sahnesi sayesinde Tom Hanks’çiğim.

-------------------------------------------

Her neyse, insan ayrıldıktan sonra duygularının çok ulvi olduğunu sanıp da artık hayatını çaresiz, şaşkın ve ne yapacağını bilmez bir şekilde geçireceğini düşünse de, hepsi bir şekilde geçiyor. Ne de olsa hepimiz birbirine denk ve özdeş duygular içinde hayatımızı geçirip, gidiyoruz. O nedenle belki daha az içlenip, daha çok gülmek gerek. Ben tüm bu şarkıların arasında kendime en yakın bulduğum, naif, kırılgan Skeeter Davis (The End Of The World)  şarkısıyla “ayrılık” ana temalı yazımı burada noktalıyorum.





P.S.:Çok ağır spoiler içermekle birlikte söz konusu şarkı “Girl Interrupted” filminde Daisy’nin intihar ederken fon müziği olarak seçtiği şarkıdır. Bence de “intihar fon müziği” olarak gayet gideri var. Daisy rolünde Brittany Murphy’nin de genç yaşta vefat etmesi ayrı bir trajik olay bence. İyi dinlemeler…

5.02.2012

Darth Vader’in Sorunu Neydi?



Darth Vader’ın hayatı, “kolu bacağı kopmadan önce” “koptuktan sonra” olarak bildiğiniz gibi ikiye ayrılıyor. Ben acırken bu adamın Anakin haline ayrı, Darth Vader haline ayrı acıyorum. Üzülüyorum bildiğiniz. Bu adam daha çocukluğundan anneciğinden ayrılmış, öyle bir başına -yavrum kıymam- kimseden istediği sevgiyi görmemiş biri.  Ayrıyetten yeşil cüceden de “yok fazla Midi-chloriansı, yok içinde korku korkudan öfkeye öfkeden nefrete ordan dağa tepeye jedi’ımdan istemem ben öyle” dediği duygu yoğunluğu var diye mesafe konuluyor kendisine. Kimsenin inkar edemediği gücünden ve yeteneğinden ötürü göstermelik olarak konseye alınıyor; bir parça saygınlık, yetki isteyince bu ne edepsizlik bre densiz diye papara yiyor.  Adam zaten annesiz ve babasız olarak bir yerlere çekilmeye müsait bir alt yapıda sen de sevgi ve şefkat göstermiyorsun. Neymiş efendim Jedi yeminiymiş. Yemin de bir tuhaf ne kimseyi seveceksin ne kimseye bağlanacaksın hani böyle bir duygusuzluk ve kendini tam adamışlık istiyorlar senden. Anakin’se biraz duygusal, -bir nevi bodyguarlığını yaptığı- Padme’ye aşık. Normal dünya ortamında nasıl olur tam bilemeyiz de Sezen Aksu dinleyebilir ve buna içlenebilir gibi bir yapısı var sanki. Böyle birilerini abi-baba rolüne oturtası var. Bir yiğit gelse dese “gel koçum iki kadeh atalım, dök dertlerini” hemen anlatıverecek, diyecek “ben Padme’yi seviyorum abi, son günlerde uykum kaçıyor. Böyle bir rahatsızım, bir huzursuzum” sıralayacak. Yani pek bilmiyor dost var düşman var. Kimse de anlatmamış. Ona buna güveniyor yavrucağız. Kim ilgi gösterse onun peşinde. Fiziksel olarak güçlü, psikolojik olarak zayıf ve kullanılmaya elverişli. Her izleyişimde Yoda’ya yahu biraz ilgilen şu çocukla saçını başını okşa bişey yap diyorum sonuç değişmiyor. Yoda kıskanmıyor da nasıl diyim sanki “sana pek ihtiyaç duymuyoruz, sen gelirken biz gidiyorduk” havalarında. Bu jedi’ların başını bu ukala tavırları, kendini bilmezlikleri, müşkülpesentlikleri yakıyor ya neyse.

Sonuçta bu adamın bir derdi var. Karısı Padme. Onun başına bir şey gelmesin, mutlu mesut yaşasınlar, torun torbaya karışsınlar derdi bu yani. Ama kendilerini işlerine adamış kariyer manyağı jedilar, Anakin’in bu ruhsal bunalımlarını anlamayacak kadar odunlar affedersiniz. Mantık kimseye bağlanma, kimseyi sahiplenme ki kaybetme korkun olmasın. Hani bunu üstün körü Anakin’e anlatıyorlar ama o anlamazlığa vuruyor. Duygusal olarak Midi-chlorians’ları çok gelişmiş değil, dediğimiz gibi. Bu çocuğun bu açığını kötülük genleri sayesinde fark eden Palpatine, nam-ı diğer Darth Sidious, oluyor.

 İşte Anakin’in 2. Dönüm noktası bu diyebiliriz. (İlkini annesini öldüren guruba dalması sonucu oluyor sayıyorum, onu da: "I killed them. I killed them all. They're dead, every single one of them. And not just the men. but the women, and the children too. They're like animals! And I slaughtered them like animals! I hate them!" sözleriyle betimliyor. Yavrummm) “İşte!” diyor ergen haliyle baba figürünü oturtuyor Darth Sidious’un üzerine ve ondan sonra kendisinden aldığı gazla Dark Side’a doğru adım adım ilerliyor.

Bundan sonrası belli. Yoda aslında ne kadar kötülesek de bence içten içe bir sınava tabi tutuyor Anakin’i. Maalesef ki ergen tavrını üzerinden atamamış olan Anakin de “sen yaparsın oğlum, yürü be koçum” şeklindeki her türlü gaza gelip, sınavdan çakıyor haliyle. Hiçbir sorununu içinde halledememiş yaptıklarının muhasebesini içinde hesaplayamayacak kadar gözü dönmüş olan Anakin, yok karanlık taraftı, yok ölümün ötesiydi, yok ottu yok boktu derken uğruna ruhunu satmayı göze aldığı, göz nuru Padme’yi bile öldürebilecek bir hale geliyor ve bu uğurda karısından, çocuklarından kolundan bacaklarından ayrılıp son haline bürünüyor. Darth Vader’a…

Bu geçiş esnasında tabi Anakin’in kafası oldukça karışık. Hani etrafında ne olup ne bitiyor pek farkında değil. Farkında olsa yarı insan yarı robot şeklinde yaşayacağı o tüm yıllar boyunca stormtrooperların giydiği üniformaların yandan yemişi üzerine pelerin atılmışı o siyah kıyafeti giymeyi bence içine sindiremezdi zaten. Bir şuursuzluk söz konusu.

Darth Vader, artık evrimini tamamladığı bu noktada daha az bir kaotiklik sergiliyor. Saf kötü yani. Biz öyle biliyoruz. Pek bir derinliği yok. Gözünü kırpmadan etrafında çalışanlarını harcayacak cinsten. Aman yarabbi uzak durulası. Ama talihsizliği burada da devam ediyor. Etrafı vurulduğu an yok olacak şekilde 2 devasa açık noktası bulunan bir gezegen inşa edebilecek kadar düşünmekten yoksun mimarlarla çevrili mesela.

Darth Vader’ın bundan sonraki hayatında da ailevi meseleler devam ediyor. Ben senin babanım, o senin oğlun tarzı sevgi dolu konuşmalar, iyiliği bulmalar, kucaklaşmalar, bağışlamalar, göz yaşları, aşk ve ihanet… Dediğimiz gibi daha az kaotiklik, daha basit bir öze dönüş hikayesi.

Ben her noktada Darth Vader’ın saf kötü olmadığını düşünenlerdenim. Bence ona da bir şans verilseydi, biraz kendini ifade etmesine izin verilseydi yine güce denge gelecekti ama daha basit bir biçimde. Yani belki Anakin, Obi, Yoda oturup Palpatine’in amacını anlayacak hemen oracıkta öldürüvereceklerdi, ya da şansolye Palpatine tövbe edip Tatoonie’de derviş hayatı yaşayacaktı bilemeyiz. Hem denge dediğiniz nedir ki? Maksat insanlar mutlu olsun.


PS: May the force be with you demeden önce çok sevdiğim, John Williams eserini sizlerle paylaşıyım. Söz konusu bu eser Qui-Gon Jinn'in mefta olduğu sahnede çalıyordu.
İyi dinlemeler...


   

Hayat ve Ölüm Üzerine


Woody Allen “ben ölümsüzlüğe eserlerimle değil gerçekten ölmeyerek ulaşmak istiyorum" tarzı bir şey demiş ya. Ben kendisinin deli olduğundan şüphe ediyorum. Çünkü ölmemek gibi bir şey imkansız tabi eğer peygamber ya da Elvis Presley değilseniz.

Bir de hayat horrible ve miserable olarak ikiye ayrılır diyor bir filminde. Yani dehşet ve sefil olarak. Bu sözü çok sevdim ve kendi hayat felsefem üzerine oturttum. Eğer sefil bir haldeysen şanslısın diyor, çünkü dehşet içinde olanlar körler ya da mesela felçliler… Bu nedenle sefillik, “dehşet derecesinde korkunçluk”tan daha iyi. Yani sefil olmak hayatta şükretme sebebimiz. Buradan sefil olduğum için Tanrı’ya şükranlarımı sunuyorum. Umarım buradaki ironiyi anlayabiliyordur.

Amerika’da film yapmak daha basit. Halkı cumhuriyetçi ya da demokrat olarak ayırıyorlar. Bizde bu ayrımı zilyon tane türetebilirsin. Bu nedenle film yapmaktansa bir fincan kahve koyup içmeyi tercih ediyorum. İlle çekeceksem aşk filmi filan çekerim herhalde. Ya da ne biliyim bilim kurgu falan. Sanırım galaktik ırkların çeşitliliği, ülkemdeki etnik bölünmelerden daha basit ve anlaşılır.
Oysa hayatım daha da manalı olsun ben de bir Yoko Ono ya da John Lennon ya da her ikisi birden olayım isterdim. Ama hayat bizi standart olmaya zorluyor.

Paralel evrende ben de bir Jim Morrison’um belki de? Sanırım bu düşünceye alışabilirim.

PS: “I feel that life is divided into the horrible and the miserable. That's the two categories. The horrible are like, I don't know, terminal cases, you know, and blind people, crippled. I don't know how they get through life. It's amazing to me. And the miserable is everyone else. So you should be thankful that you're miserable, because that's very lucky, to be miserable.”
― Woody Allen, Annie Hall