22.04.2012

Yeraltı ve Günümüz Idealize Kahramanları


24 saatimi an be an Jack Bauer gibi anlattığım yazım manasız bir biçimde çok okunanlarıma girdi. Oysaki ben gayet bayık bir insanım, günüm de aynen öyle bayık geçmişti. Ben bu yazının sihrini bahsettiğim ama adını vermeyip süper über bir gizem kattığım filme bağlıyorum, film de fotoğraftan anlaşıldığı gibi Zeki Demirkubuz’un Yeraltı filmi.


Arkadaşlardan “yazılarını kısa tut, roman gibi yazıyorsun, bayıyoruz hepsini okuyamıyoruz” gibi yorumlar aldığımdan hemen konuya geçiyim. Efendim spoiler falan olabilir ona göre okuyun ama yine de okuyun yani Allah aşkına filmde bir şey olduğu da yok yani dürüst olalım birbirimize.
Blogumu okuyanlar anlamıştır, asi ve bohem gözükmek için yapmayacağım şey yok, ama yalan söylemek de ikiyüzlülük olur. Ya Zeki bu nasıl filmdir allasen, kim için yaptın bu filmi? Hayır bir de protesto için yapmışın ya bi git nolur yaaa…

Bu gerçekten aşırı sanat içerikli eleştirel yorumumdan sonra gerçeklere dönelim. Bu film hakkında birkaç yazı ve Zeki Demirkubuz’un bazı röportajlarını okudum, okuduklarıma tekrardan gerçekten dönemeyeceğim ama aklımda kalanlar şu şekilde:
Filmi Demirkubuz, Nuri Bilge Ceylan’a gönderme olarak yapmış aslen. Ceylan’ı yurtdışına ödül kazanmak için film yaptığı için normalde de eleştiren Demirkubuz bu filmde ona olan eleştirisini sunmuş, filmdeki “fikir hırsızlığı” olayıyla ilgili de bir takım iddialar vardı ama onları pek hatırlamıyorum, üstün körü geçilmişti yazılarda ve yorumlarda. Filmde de bir kahramanın yazdığı ve ödül aldığı kitabın ismi “Ankara Sıkıntısı” da şüpheye yer bırakmayacak şekilde “Mayıs Sıkıntısı”na gönderme zaten.
Ayrıca filmde gösterilen loser erkeğin evde belgesel izleme sahnesinin de, Ceylan’ın Uzak filmini seyredenler eğer ortasında uyumadılarsa hatırlayacaklardır, yine Ceylan’a gönderme olduğu iddiaları da yok değil. Ama bu iki noktayı ben filmi izlerken fark etmeme rağmen, Kaybedenler Kulübünde’de her şeye standart diyen arkadaşın da belgesel izlediğini düşünerek, bunun filmlerdeki genel “kaybeden” anlayışı olduğunu düşünüp çok da kafamı yormamıştım. Bence benim iddiam daha temelli.

Her neyse…

Demirkubuz bir röportajında “herkes hayatında böyle şeyler yaşıyor yine de bu filmi anlamayacaklar, bu ne ya diyecekler” buyurmuş. Ahh ilahi san’atkar Zeki! Allah insanı Muzaffer konumuna düşürmesin yahu, sen neden bahsediyorsun? Hangimiz Muzaffer kadar eziğiz Allah aşkına yaa… Kadınların derdinin ya evlenmek ya zayıflamak, erkeklerin derdininse futbol ya da bezeri sporlar olduğu bir dünyada bu dertleri yaşayanlar sadece acınacak azınlıklardır. Türk diyerek içselleştirmiyorum bile! Not: burada acınacak ifadesi aslında iki taraf için de kullanılabilir… Belki…

Kaldı ki o filmde bile Muzafferden başka ezik yok! Yani ezik olabilirler de farkında değiller en azından, yani bir mutluluk söz konusu. Hizmetçi kadın bile en sonunda evlendi mutlu sona kavuştu mesela? Yani filmin giriş-gelişme-sonuç bölümü sırasıyla Muzaffer’in kendini dünyaya karşı ezik ve hayatının inanılmaz derecede sıkıcı ve kötü olduğunu düşünmesi; bu durumdan kurtulmak nefretini dünyaya haykırıp, onu gülünç duruma sokanlardan öç almak istemesi; öç alamayıp bir de üstüne üstlük kendini daha da rezil duruma düşürmesi, sonra da “ya harbi eziğim ve kurtulmak da istemiyorum sanırım” diye gerçeği kabullenmesi… Bu! Yani tüm film işte bu kadar.

Bunun dışında efendim gölge oyunlarıymış bilmem neymiş, tamam yok değil var, evet var ama onlar da o kadar uzun o kadar uzun ki, insanın yüreği sıkışıyor. Bitsin istiyorsun. Bir de Ceylan’a gönderme mi artık her neyse, bilenler bilir Ceylan filmlerinde adamın tepeden inişini, yok efendim ayakkabılarını bağlayışını, tuvaletini yapışını aynen Jack Bauer gibi eş zamanlı izlersiniz. Yani adamın bir merdiven başında sonra da apartman kapısında çekmek bu yönetmenimizin tarzı değildir. Aha bu filmde de aynı şekilde. Özellikle son sahnedeki hayat kadınının o 5 kat merdiveni inişini beklemek yok muydu Allah’ım o neydi öyle “pat pat pat” bitmek bilmedi. Sonrasında da Muzaffer’in hayatı algılayış biçimine deyindi ki o da bir adım ilerleyememesiydi.
Filmin fragmanında gösterilen muhteşem Dostoyevski alıntısı sahnesinin bir bölümünü bile gerçekleştirmiyordu Muzaffer, gerçekleştiremiyordu. Rezil olmayı, nefret edilmeye yeğ tutacak kadar yer altı bir karakter yani Muzaffer… Film de bu kadar bekleneni karşılamıyordu.

Buraya kadar okuduysanız tebrik ediyorum sizi ve sağ olun, var olun…

Filmi izlerken böyle buram buram bir 80ler sonu 90’lar başı Bizimkiler havası alıyorsunuz, Bizimkiler dizisi gibi aynı. O memurlar, tipler falan… İş için çok gezdiğimden biliyorum ve uyarıyorum ki o devlet daireleri öyle değil artık sayın Zeki. Demir çekmeceli masa mı kaldı artık? Yani Ankara’daki uygulamasını tam bilmiyorum da, sanmıyorum ki hala 90’lar ortamı olsun devlet dairelerinde.

Ve memur banalliğinin işlenmesi, eski sosyalistler şimdi kapitalist oldu geyiği off ki ne off… Hala bunlar üzerinden prim yapılıyor mu? Solcuysanız hala Bella Ciao mu söylüyorsunuz? Ya da, filmde roman yazarı ve arkadaşları yalaka gurubu gibiyseniz kendinizi gerçekten Che ile aynı kulvarda mı görüyorsunuz, sanırım yönetmen burada onlara gönderme yapıyordu zaten ama bu göndermenin bile suyu çıkmadı mı?

Film bir sanatsa bence kendi başına da bir kimliği olmalı. Sadece kendisi bile bir sanat değeri taşımalı. Ben Dostoyevski havasını yansıtıp, bilmem kimi çekiştirdiği için sevmemeliyim o filmi. Bunları da hissettirmesi bana artı bir hoşluk sağlamalı daha fazlası değil. Hiç hiç ama hiç olmamış bir film.

Trevanian’ın, Shibumi’sini okuyanlar belki hatırlarlar, baş kahraman gerçekten kahraman gibi bir kahramandır, bir çok yeteneği vardır. Kitabın bir bölümünde de “artık günümüzde gerçek kahramanlar ilgi çekmiyor; kendi hikayelerimiz gibi hikayeler daha revaçta” diye serzenişte bulunur. Çünkü kendimizi anlattıkları zaman kendi varlığımızın da bir sanatsal ya da amaçsal değeri olduğunu düşünürüz. Ya da en azından bu film gibi rezalet bitiyorsa, bizden daha rezilleri de var diye düşünüp kişisel tatmin yaparız.


Oysa ki ben ulaşamayacağım hedeflerin, rüyalarımda ancak puslu hayal edebileceğim yeteneklerin sahibi olan insanları izlemek ve var olma ihtimaliyle başka alemlere dalabileceğim farklı hisler tatmak istiyorum o beyaz gergin perdeye bakarken. Benim aciz varlığımın tatmin noktası çünkü sinema…

Zaten sinemanın çıkış noktası da bu değil miydi, aslen gerçekleşmeyeni, sırf hayalde değil perdede de görmek?

Oyuncuların her birinin ayrıca muhteşem, Engin Günaydın Türkiye’nin Kevin Spacey’si tespitim ve Serhat Tutumluer’in muhteşem ses tonunu ayrıca belirtip yazımı noktalıyorum.

Herkes istediğini izlemekte yine de özgür… Hepinize iyi seyirler…   

3 yorum:

  1. yeraltını izledikten sonra sana burada laflar hazırlacağım.:)

    YanıtlaSil
  2. bekliyorum, her türlü eleştiriye karşı klavyemi siper ettim :P

    YanıtlaSil
  3. Filmi izledim ve sevdim. Çünkü kendimden birşeyler buluyorum. Senin bulmamanı da anlıyorum. Çünkü bu bir erkek filmi, yalnız erkekleri anlatan bir film. Bir kadının yalnızlığı asla bir erkek kadar sert geçmez, çünkü en azından diğer kadınlar yardıma koşarlar.
    Biz, diğer erkeklerle mücadele etmek için yaratılmışız. Yarışmanın dışına itildiğinde, kendini Muzaffer gibi hissetmen normal olur.

    YanıtlaSil