24
saatimi an be an Jack Bauer gibi anlattığım yazım manasız bir biçimde çok
okunanlarıma girdi. Oysaki ben gayet bayık bir insanım, günüm de aynen öyle
bayık geçmişti. Ben bu yazının sihrini bahsettiğim ama adını vermeyip süper
über bir gizem kattığım filme bağlıyorum, film de fotoğraftan anlaşıldığı gibi Zeki
Demirkubuz’un Yeraltı filmi.
Arkadaşlardan
“yazılarını kısa tut, roman gibi yazıyorsun, bayıyoruz hepsini okuyamıyoruz”
gibi yorumlar aldığımdan hemen konuya geçiyim. Efendim spoiler falan olabilir
ona göre okuyun ama yine de okuyun yani Allah aşkına filmde bir şey olduğu da
yok yani dürüst olalım birbirimize.
Blogumu
okuyanlar anlamıştır, asi ve bohem gözükmek için yapmayacağım şey yok, ama
yalan söylemek de ikiyüzlülük olur. Ya Zeki bu nasıl filmdir allasen, kim için
yaptın bu filmi? Hayır bir de protesto için yapmışın ya bi git nolur yaaa…
Bu
gerçekten aşırı sanat içerikli eleştirel yorumumdan sonra gerçeklere dönelim. Bu
film hakkında birkaç yazı ve Zeki Demirkubuz’un bazı röportajlarını okudum, okuduklarıma
tekrardan gerçekten dönemeyeceğim ama aklımda kalanlar şu şekilde:
Filmi
Demirkubuz, Nuri Bilge Ceylan’a gönderme olarak yapmış aslen. Ceylan’ı
yurtdışına ödül kazanmak için film yaptığı için normalde de eleştiren
Demirkubuz bu filmde ona olan eleştirisini sunmuş, filmdeki “fikir hırsızlığı”
olayıyla ilgili de bir takım iddialar vardı ama onları pek hatırlamıyorum,
üstün körü geçilmişti yazılarda ve yorumlarda. Filmde de bir kahramanın yazdığı
ve ödül aldığı kitabın ismi “Ankara Sıkıntısı” da şüpheye yer bırakmayacak
şekilde “Mayıs Sıkıntısı”na gönderme zaten.
Ayrıca
filmde gösterilen loser erkeğin evde belgesel izleme sahnesinin de, Ceylan’ın
Uzak filmini seyredenler eğer ortasında uyumadılarsa hatırlayacaklardır, yine
Ceylan’a gönderme olduğu iddiaları da yok değil. Ama bu iki noktayı ben filmi
izlerken fark etmeme rağmen, Kaybedenler Kulübünde’de her şeye standart diyen
arkadaşın da belgesel izlediğini düşünerek, bunun filmlerdeki genel “kaybeden”
anlayışı olduğunu düşünüp çok da kafamı yormamıştım. Bence benim iddiam daha
temelli.
Her
neyse…
Demirkubuz
bir röportajında “herkes hayatında böyle şeyler yaşıyor yine de bu filmi
anlamayacaklar, bu ne ya diyecekler” buyurmuş. Ahh ilahi san’atkar Zeki! Allah
insanı Muzaffer konumuna düşürmesin yahu, sen neden bahsediyorsun? Hangimiz
Muzaffer kadar eziğiz Allah aşkına yaa… Kadınların derdinin ya evlenmek ya
zayıflamak, erkeklerin derdininse futbol ya da bezeri sporlar olduğu bir
dünyada bu dertleri yaşayanlar sadece acınacak azınlıklardır. Türk diyerek
içselleştirmiyorum bile! Not: burada acınacak ifadesi aslında iki taraf için de
kullanılabilir… Belki…
Kaldı
ki o filmde bile Muzafferden başka ezik yok! Yani ezik olabilirler de farkında
değiller en azından, yani bir mutluluk söz konusu. Hizmetçi kadın bile en
sonunda evlendi mutlu sona kavuştu mesela? Yani filmin giriş-gelişme-sonuç
bölümü sırasıyla Muzaffer’in kendini dünyaya karşı ezik ve hayatının inanılmaz
derecede sıkıcı ve kötü olduğunu düşünmesi; bu durumdan kurtulmak nefretini
dünyaya haykırıp, onu gülünç duruma sokanlardan öç almak istemesi; öç alamayıp
bir de üstüne üstlük kendini daha da rezil duruma düşürmesi, sonra da “ya harbi
eziğim ve kurtulmak da istemiyorum sanırım” diye gerçeği kabullenmesi… Bu! Yani
tüm film işte bu kadar.
Bunun dışında efendim gölge oyunlarıymış
bilmem neymiş, tamam yok değil var, evet var ama onlar da o kadar uzun o kadar
uzun ki, insanın yüreği sıkışıyor. Bitsin istiyorsun. Bir de Ceylan’a gönderme
mi artık her neyse, bilenler bilir Ceylan filmlerinde adamın tepeden inişini, yok
efendim ayakkabılarını bağlayışını, tuvaletini yapışını aynen Jack Bauer gibi
eş zamanlı izlersiniz. Yani adamın bir merdiven başında sonra da apartman
kapısında çekmek bu yönetmenimizin tarzı değildir. Aha bu filmde de aynı
şekilde. Özellikle son sahnedeki hayat kadınının o 5 kat merdiveni inişini
beklemek yok muydu Allah’ım o neydi öyle “pat pat pat” bitmek bilmedi. Sonrasında
da Muzaffer’in hayatı algılayış biçimine deyindi ki o da bir adım
ilerleyememesiydi.
Filmin
fragmanında gösterilen muhteşem Dostoyevski alıntısı sahnesinin bir bölümünü
bile gerçekleştirmiyordu Muzaffer, gerçekleştiremiyordu.
Rezil olmayı, nefret edilmeye yeğ tutacak kadar yer altı bir karakter yani
Muzaffer… Film de bu kadar bekleneni karşılamıyordu.
Buraya
kadar okuduysanız tebrik ediyorum sizi ve sağ olun, var olun…
Filmi
izlerken böyle buram buram bir 80ler sonu 90’lar başı Bizimkiler havası
alıyorsunuz, Bizimkiler dizisi gibi aynı. O memurlar, tipler falan… İş için çok
gezdiğimden biliyorum ve uyarıyorum ki o devlet daireleri öyle değil artık
sayın Zeki. Demir çekmeceli masa mı kaldı artık? Yani Ankara’daki uygulamasını
tam bilmiyorum da, sanmıyorum ki hala 90’lar ortamı olsun devlet dairelerinde.
Ve
memur banalliğinin işlenmesi, eski sosyalistler şimdi kapitalist oldu geyiği
off ki ne off… Hala bunlar üzerinden prim yapılıyor mu? Solcuysanız hala Bella
Ciao mu söylüyorsunuz? Ya da, filmde roman yazarı ve arkadaşları yalaka gurubu
gibiyseniz kendinizi gerçekten Che ile aynı kulvarda mı görüyorsunuz, sanırım
yönetmen burada onlara gönderme yapıyordu zaten ama bu göndermenin bile suyu
çıkmadı mı?
Film
bir sanatsa bence kendi başına da bir kimliği olmalı. Sadece kendisi bile bir
sanat değeri taşımalı. Ben Dostoyevski havasını yansıtıp, bilmem kimi
çekiştirdiği için sevmemeliyim o filmi. Bunları da hissettirmesi bana artı bir
hoşluk sağlamalı daha fazlası değil. Hiç hiç ama hiç olmamış bir film.
Trevanian’ın,
Shibumi’sini okuyanlar belki hatırlarlar, baş kahraman gerçekten kahraman gibi
bir kahramandır, bir çok yeteneği vardır. Kitabın bir bölümünde de “artık
günümüzde gerçek kahramanlar ilgi çekmiyor; kendi hikayelerimiz gibi hikayeler daha
revaçta” diye serzenişte bulunur. Çünkü kendimizi anlattıkları zaman kendi
varlığımızın da bir sanatsal ya da amaçsal değeri olduğunu düşünürüz. Ya da en
azından bu film gibi rezalet bitiyorsa, bizden daha rezilleri de var diye
düşünüp kişisel tatmin yaparız.
Oysa
ki ben ulaşamayacağım hedeflerin, rüyalarımda ancak puslu hayal edebileceğim yeteneklerin
sahibi olan insanları izlemek ve var olma ihtimaliyle başka alemlere dalabileceğim
farklı hisler tatmak istiyorum o beyaz gergin perdeye bakarken. Benim aciz
varlığımın tatmin noktası çünkü sinema…
Zaten
sinemanın çıkış noktası da bu değil miydi, aslen gerçekleşmeyeni, sırf hayalde
değil perdede de görmek?
Oyuncuların
her birinin ayrıca muhteşem, Engin Günaydın Türkiye’nin Kevin Spacey’si
tespitim ve Serhat Tutumluer’in muhteşem ses tonunu ayrıca belirtip yazımı
noktalıyorum.
Herkes
istediğini izlemekte yine de özgür… Hepinize iyi seyirler…
yeraltını izledikten sonra sana burada laflar hazırlacağım.:)
YanıtlaSilbekliyorum, her türlü eleştiriye karşı klavyemi siper ettim :P
YanıtlaSilFilmi izledim ve sevdim. Çünkü kendimden birşeyler buluyorum. Senin bulmamanı da anlıyorum. Çünkü bu bir erkek filmi, yalnız erkekleri anlatan bir film. Bir kadının yalnızlığı asla bir erkek kadar sert geçmez, çünkü en azından diğer kadınlar yardıma koşarlar.
YanıtlaSilBiz, diğer erkeklerle mücadele etmek için yaratılmışız. Yarışmanın dışına itildiğinde, kendini Muzaffer gibi hissetmen normal olur.